Her sene yaptığım gibi, bu sene de Formula-1 yarışlarını izlemek üzere İstanbul' a gitmem gerekiyordu. Şans o ki, sonraki hafta 19 Mayıs sebebiyle 1 gün fazladan tatil olacağı için, tipik Türk iş kültürümüzün önemli bir ananesi gereği, tatilleri köprüyle birleştirme geleneğine sığınarak, aradaki boşluk için (yani bir hafta) izin aldım ve yola koyuldum.

Tabi ki, amacım otobandan basıp gitmek değil.. Beypazarı, Nallıhan, Sarıcakaya, Bilecik üzerinden başlıyorum yola biricik Öküzümle...



Beypazarı' na gelip te kahvaltı yapmadan güne başlamak ahmaklık olur. Cevizlibağ' ın bahçesinde kendimden geçecek kadar kahvaltı yapıyorum. Keşke şuracıkta hamak kursam da uyusam...



İnözü vadisi hakkında önceki gelişimizde bazı bilgiler almıştık. Çok sayıda kuş çeşidi ve kelebekler var. Vadinin damarlarından birisi içinde kendimi kaybediyorum. İş yaşamından, kim toplantıya katılmadılardan, kim öteki için ne dedilerden, kim yerini haketmiyorlardan çooook çok uzaktayım... Bu vadiye dedikodular, yalanlar, kinayeler giremez; bu vadiye sadece ve yalın ben girerim. Bu vadiye iftiralar, kötülemeler, karalamalar giremez; bu vadiye sadece öküzüm girer. Gündelik telaşe, asap bozucu münakaşalar, saçma sapan gurar oyunları, anlamsız zannetmeler, aptalca kıskançlıklar ve manasız çekememezlikler girişte kalmıştır artık; çıkışta hergünkü ben değilim, alelade gezginin biriyim artık...



Yalnız gezmeyi seviyorum elbet. Aslında, yalnız değilim ki: solumda dağlar, sağımda ırmaklar eşlik ediyor; her tarafta bin türlü çiçekler arkadaşım, milyon çeşit yeşillik dostum... Bakarak değil, görerek ilerlerseniz, farkedeceksiniz selamladıklarını; göreceksiniz, hep oralarda bir yerlerde, kah boynu bükük, kah gelinliklerini kuşanmış sizi beklediklerini...




Sarıcakaya yolu çok güzel. Bundan böyle İstanbul' a otobandan gitmek yasak; hep Sarıcakaya üzerinden gidilecek. Yol kıvrıla kıvrıla, yüksele alçala ilerliyor. Biraz yavaşolmak zorundasınız, ama hiç trafik yok; koskoca gün boyunca belki 10 araç ya görüyorum, ya görmüyorum. Yol sizi sadece tabiata sürüklemiyor; Cumhuriyet döneminden çıkıyor, Söğüt ilçesine ulaştığınızda pat diye Osmanlı dönemini içindesiniz. Dostlarımla yeniden buraları gezdiğimizde heyecanımı kaybetmeyeyim diye, tarihi mekanlara fazla girmeden devam ediyorum.

Bugünkü hedefim Yalova üzerinden feribotla İstanbul' a geçmek.



Yalova' da bordo işaret levhalarında "Termal" görünce beni bir şeyler çekiveriyor. Gerçekten Termal yolu enfes. Ağaçlardan kilometrelerce takın altından zafer geçidi yapar gibi ilerliyorum. Karnım öylesine aç ki, gördüğüm ilk alabalıkçıya girmem farz...



Feribot saatlerini burada bilen yok. Saat akşam sekize yaklaştığından son feribotu kaçırmamak amacıyla, Termal' e çok yaklaşmışken geri dönmeye karar veriyorum. Öyle ya, gece gece tüm körfezi dönmek pek çekici değil. Feribot düdüğüyle limana veda edip, Güneş kendini Marmara' ya gömmeye başlamışken, güvertede not defterimin ilk sayfasına ilk notlar düşülüyor: "Bir dahaki sefere Termal' e uğranılacak !..."

Evet, gezinin başlangıç amacı bu: Formula-1. Oturduğunuz yerden, televizyonun verdiği hiç bir imkanı yakalayamıyorsunuz. Yarış hakkında asla net bir bilginiz yok, kim önde gidiyor; sizin izleyemediğiniz virajlarda kimler kaza yaptı, kim pite girdi... Bırakın bu kadar ayrıntıyı, yarışın neticesi hakkında dahi fikriniz olmuyor. Televizyonun rahatlığı, evinizde birkaç metre ötenizde koca bir buzdolabı dolusu bira, kola, meyve suyu... ne isterseniz varken neden mi bu kadar zahmete katlanıp yarışa gidiyorum?... Çiçekleri, sincapları National Geographic' te tüm ayrıntılarıyla izlemek ile, kendiniz bizzat koklamak, okşamak arasındaki fark ne ise; benim için Formula-1' i, topu topu 15 desimetrekare ekranın içinden izlemek ile yakıt kokularını duyarak, motor seslerinin titreşimlerini göğsümde hissederek izlemek arasındaki fark o...



Kaldı ki, hiç bir lüksüm eksik değil. Sandalyem var, sabah koca bir termos dolusu çay demlemişim; hemen yolun üzerindeki pastaneden sıcacık Karaköy böreklerimi, poğaçalarımı almışım; envai çeşit gazete/dergim var, telefonun müziği yarışın başlamasını beklerken kulaklarımıza tatlı tatlı tınılarını salgılıyor; henüz soğukluğunu yitirmemiş birbuçuk litre suyum var...



Gamsız yapım gereği motoru park ettiğim yerde çadır-madır tüm eşyalarımı öylece bıraktım. Hiç anlamam vallaha, o kadar yükü boş yere yanımda taşıyamam. Çalınırsa çalınsın; zaten 30-35 lira bişey... Aslında, şansına Jandarmanın otoparkta ağaç altında oturdukları yerin hemen önüne parketmişim; şu bu çevrenin belki de en güvenli yeri. Döndüğümde her şeyi yerli yerinde buluyorum. Bir Formula-1 hatıram olsun diye fotoğraf makinamın zamanlayıcısını kurup, kendimi çekmeye çalışınca; gölgede oturanlardan genç olanı, kararlı ve güçlü bir sesle "May I help you sir ?" diyerek yaklaştı. Meğer benim motor, oradan geçen bütün turistlerin ilgisini çekmiş; her geçen fotoğraf çekilmeden gitmiyormuş. Kendimi tanıtıyorum ve hemen arkadaş oluyoruz..



Asker fotoğrafları nasıl olur bilirsiniz.. Tanklısını, toplusunu, uçaklısını çok görmüştüm.. işte size bir de Africa Twin' li bir versiyonu. Buradan tekrar selam gönderiyorum tüm mehmetçiklerimize..



[size=18]Yıllarca İstanbul' da okumuş olmama rağmen, İstanbul' u hiç bilmem. Şimdiki gidişlerimde, hep bir arkadaşım üstlenir beni; hep arabaya bineriz, dolaşırız ve ne nerede hiç birşey anlamadan döner gelirim Ankara' ya. Hadi öğrenciyken beş kuruş paramız yoktu, yurttan dışarı bile çıkamazdık doğru dürüst; ama şimdi yaptığım, daha doğrusu yapmadığım şey çok ayıp! Dünyanın dört bir yanını sokak sokak bilirim, ama İstanbul' da zorla ezberlediğim Minibüs yolu, Bağdat caddesi, Sahil yolu üçlemesinden gayrı, kendi kendime bulabileceğim pek bir yer yoktur. Bu gelişimde, 80' li yıllarda belediye otobüsleri içinde tıklım tıklım geçtiğim yolların tam anlamıyla tadına varıyorum. Baltalimanı, Emirgan, Bebek, İstinye, Tarabya, Kireçburnu, Sarıyer.... Okulumuz Maslak' ta olduğu için "evci" arkadaşlarımız hep bu çevrede otururdu. Hatta biz de, okulun bitmesine 4 ay kala, aileden habersiz, Kireçburnu' nda 4 kişi ev tutmuştuk. Kirayı nasıl ödeyeceksek !?! Bir iki ay anketörlük filan idare ettik; ama sonunda bizimkilerden para istemek zorunda kaldım.

Kireçburnu' nda, her canım sıkıldığında deniz kenarında kanepelere gelir otururdum. Şimdi motorla kanepemin kıyısından geçtim. İnsan motorlayken daha bir parçası oluyor ya geçtiği yerin; işte kanepemin yanından geçerken, 20 yıl önceki Şenol' un oturuşu gözümün önünde.. o beş dakikalık yol, bana yirmi sene geldi, çok hoştu çoook.

Neyse lafı fazla uzattık; derhal ana konumuza gelelim: yani yemek kısmına... Bu kadar anılara nereden girmiştim: 20 sene önce İstanbul' da yaşadığım halde, hiç doğru dürüst gezemediğim gerçeğinden.. İşte şimdi gidebiliyorum Kilyos' a; o zamanlar da var mıydı bilmiyorum Kilyos. Yol çok tatlı varyantlar halinde tırmanıyor. İstanbul' un bu cephesi hep ormanlık. Yol, boğazı aşıp, Karadeniz kıyılarına kadar taşıyor sizi. Yolda bolca lokantalar var. Bolu kahvaltısını iyi bildiğimden, koca koca "Bolu-2" yazan yerde parkediyorum. Koyu ağaçlık bir bahçede oturmamla, masanın üzerinde onlarca tabağın belirmesi bir oluyor:



Kahvaltı çok güzel, fiyat ise panoramik, astronomik, galaktik... ne derseniz deyin. Belki de İstanbul' un raconu böyle. Neyse ki çok doyurucu.. Seyir defterine yeni notlar: "İstanbul çok pahalı Şenol, derhal uzaklaş..." Lakin, İstanbul' dan çıkabilmek oldukça zahmetli. Sonunda başarıyorum, İstanbul' un bittiği yer neresi tam olarak anlayamadım ama bir süre sonra, evler tükenip, yol kendini denize ve tabiata teslim edince anlıyorum ki, İstanbul bitmiş. Kahvaltıdan bu yana çok zaman geçtiği için Tekirdağ' a yaklatıkça köfte cızırtıları dimağımda engellenemez bir hırs yaratıyor. Biraz gaza fazlaca yüklenerek Tekirdağ köftelerine süretle ulaşıyorum. Buradaki birkaç köfteciden en meşhurlarından birisi Ali Usta, tavsiye ederim:



Tekirdağ' da anason kokuları arasında dolaşırken rakı içmiş kadar oluyorum. Fazla kafayı bulmadan Kuzeye doğru yönleniyorum. Bugünkü hedefim Kırklareli' ne varmak. Yine ana yollardan uzak duruyorum. Muratlı-Vize arasında çok hoş bir ara yoldan gidiyorum. Buralar hep papatya ve gelincik tarlası:



Uzun süren bu yolculuğun sonunda ana yola çıkarken gördüğüm tabela üzerine, yine bir ara yola İğneada yoluna dalıyorum. Sebebi basit, meğer benim bilmediğim bir beldem varmış:



Kendi adımda bir beldenin varlığı sevindirdi beni, sahipleniverdim hemen. Ordaa bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür...



Neyse lay lay lom ları bırakıp, gece olmadan Kırklareli' ne varmalı. Buralarda acayip yoğunlukta askeri birlikler var. Her taraf Tugay, Tümen; her bi kavşaktan bir askeri araç çıkıyor. Kırklareli garnizonu önündeki şehir tabelasında fotoğraf çekerken tırsıyorum. Hani nöçbetçi çıkıp, vay efendim sen ne fotoğrafı çekiyorsun filan diye hır gür çıkar filan. Bir de kafada kask var ya; duymam muymam uyarıları, kim vurduya gideriz mazallah...



Kırklareli, tahminimden küçük bir yermiş. Yolda Zafer abi ile tanışmasam muhtemelen Edirne' ye doğru devam edeceğim aynı gece. Şehrin iki-üç otelinden birine yerleşiyorum: o da ne soğuk su diye bişey yok; kaynar suyla duş alıp, yorgunluğumu atmaya çalışıyorum; yeterince haşlanınca, havluyu ıslatıp kompres yapma yönteminin daha makul olacağına karar veriyorum. Suyla bu mücadele bitince, pencereden, odun yakan evlerin çatılarını izleyerek, anın keyfini çıkarıyorum..



Zafer abiden bahsetmiştim. Zafer abi şehir merkezindeki dolaşmam esnasında, beni turist zannedip; motoruyla yaklaşarak İstanbul yolunu işaret etmeye çalıştı. Kendimi tanıtıp, gece burada kalacağımı söyleyince motorların üzerinde bir sohbettir başlıyor. Bana işlettiği bakkal dükkanının yerini tarif ediyor ve gece uğra bir iki bişeyler içeriz diyor. Ben otelde kendimi haşlayıp, pamuk gibi olduktan sonra, Zafer abinin dükkanına uğruyorum. Bakkallar, büyük şehirlerde unuttuğumuz birer kavram. Hani, alışveriş merkezleri, sosyetik adıyla "Mall" lar çıktı ya, artık kaybolmaya başladı bakkallar. Zafer abi ve eşi adeta bakkalda yaşıyorlar. Gece 10, 11... kaç olursa, gelenler mutlaka oluyor. Hemen hemen hepsi de tanıdıkları; her gelenle sohbet ediliyor, istedikleri ondan sonra veriliyor. Şimdi bir düşünün bakalım: Migros' ta kasadaki aynı kişiye iki kere rastgelme olasılığınız nedir? Gelseniz tanır mısınız? Tanırsanız, o sizi tanır mı? İkiniz de hatırlasanız, "merhaba" dan gayrı bir sohbetiniz olabilir mi? Olsa, kuyuktakiler nereye kadar sabredebilir?

Bakkal dediğimiz şey, böyle bir şey işte.. Gelen müşterinin, misal, çocuğunun okul problemi ne oldu diye soruluyor; veresiye yazılıyor.... Dükkanın ayrı bir bölmesi mutfak; bir de masamız var rafların arkasında; oturduğumuz yerden, aynadan, müşteri geldiğinde görebiliyoruz. Abla makarna yapmış, soframızda bu bölgede çok gördüğüm kurutulmuş acı biber var. Zafer abi Bulgar rakısı "Mastika" açıyor benim için. Karşılıklı tatlı tatlı demleniyoruz. Gece yarısı olup, dükkandan ayrıldığımda, yepyeni bir insanın, yepyeni bir dünyasını daha tanıyorum. Domuz çiftliği, değişen mevzuat ve mücadeleler hakkında çok şey öğreniyorum...



Zafer abiden bölgeye ilişkin öğrendiklerimi seyir defterime işliyorum: "Mahya dağına çıkılacak, TRT vericisine gidilecek, mağaralar ziyaret edilecek..." Ertesi gün, Güneye doğru iniliyor. Büyük bir şans eseri, yola koyulmadan evvel, yan çanta kilidimin koptuğunu farkediyorum. Şayet, yolda ayrılsaydı ve çanta yere düşseydi, arkamdan gelen için çok ciddi bir kaza tehlikesi yaratacaktı. Allahtan, şehirdeyim henüz. Bir perforjeci buluyorum ve çok basit bir çözümle problemi geçici olarak çözüyorum:



Her gezimde olduğu gibi böyle ufak tefek aksaklıklar olsa da yola devam.. Ve Edirne' deyiz:



Edirne' de yapılabilecek tonla şey var. İnsan her tarafı gezmek istiyor. Ama, Edirne' ye gelip te yapılmadan gidilmemesi gereken en önemli şey: ciğer yemek:



Arkadaşlar, hayatımda çok ciğer yedim; ama böylesini yemedim... Bu kadar mı, lokum gibi olur, kartopu gibi erir ağzın içinde, pamuk helva gibi dağılır gider... uff nefisti nefis...

[quote="BilgeGolge"][size=18]
Edirne’ de Meriç nehri boyu, Meriç' e bağlanan diğer nehirler ve köprüler görülebilir. Ancak buralara önemli bir vakit ayırmak gerek. Hem şehrin içinde çok yer var, hem de çevresinde. Ben yemekten sonra Keşan üzerinden Gelibolu’ ya doğru ilerledim. Solunuza Saros’ u almaya başladığınızda, bir rüzgardır gidiyor. Gelibolu yarımadasını anlatmak imkansız. Yarımadanın dar yollarına attınız mı kendinizi, Çanakkale savaşının içindesiniz. Bu yaşa kadar gelip te bir kere bile gitmemiş olmam eşeklik. Gelibolu, Conk bayırı, Anzak koyu, Kilidülbahir, Arıburnu, Anafartalar... Bir asır önce buralarda olup bitenleri düşünerek ilerliyorsunuz. Yollar bence dört dörtlük. Tek şerit ama, o kadar güzel bir ortam içinde yol alıyorsunuz ki. Sonradan öğrendim, eğer hafta sonu gelseymişim bu kadar zevk alamazmışım. Zira, aşırı sayıda tur otobüsü ile bu tek şeritli yolda otobüsler aynalarını çarpa çarpa ilerliyormuş. Hafta arası olması, hem de akşam üstü gitmem sebebiyle yollar bomboşken gezmiş oldum. Çok dinlendirici bir yol oldu benim için...




Alakasız bir zamanda gittiğim için motorla taa Meçhul Asker Şehitliğine kadar çıkabildim:



Yarımadada çeşitli pansiyonlar var. Muhtemelen buraları yılın sadece anma günleri olan zamanların dolup taşıyor; diğer günler fazla itibar yok. Bence kampinglerde veya çeşitli pansiyonların bahçelerinde çadır kurulabilir. Zira bir Gemok’ lu olarak, hemen yanıbaşlarındaki tesislerin güzel yemekler yaptığı sezgisine kapılıyorum. Alçıtepe biraz daha sosyal olan bir bölge. Bir de Kabatepe var deniz kıyısında; iskeleden günde bir kere Gökçeada’ ya feribot var. Bu bilgiler yarın birgün, daha kapsamlı bir gezimizde işe yarar diye not alıyorum.

Boğaza indiğimde güneş batmak üzere; amacım karşıya Anadolu kıyısına geçmek. Ama Çanakkale’ ye giden feribotu kaçırmışım. Açıkçası bu durum biraz da işime geliyor ve Kilitbahir’ de oturup karşımda Çanakkale’ yi izleyerek çayımı içiyorum.



Çay keyfi o kadar hoşuma gidiyor ki, bir sonraki feribotu da yakalamak için pek istekli davranmıyorum. Kendimi iyiiiiice salıverip çay üstüne çay içerek boğaz sularında kimbilir neler düşünüyorum. Amacım da bu değil mi zaten? Bulunduğum gün beni nereye kadar sürüklerse oraya kadar gitmek... Hiç bir önceliğim yok, herhangi bir hedefim de... Şu an içtiğim çay; şöyle bir gözlerimi kapatıp, rüzgarın boğazdan yalayıp getirdiği deniz kokusunu solumak; sandalyemin kenarına kıvrılmış şefkat bekleyen köpeğin boynunu okşamak, gelip giden tekneleri izlemek.. bütün bunlar hayatın özünü süsleyen ufak garnitürler değil. Hayatın özünün ta kendisi benim için...

Geceyi geçirmek için 4 kilometre ötede Eceabat’ a gidiyorum. Çay içtiğim bahçedeki amca, “Aqua” yı öneriyor. Kapıda kocaman sakallı Erdem’ i hemen farkedersin zaten diyor. “Çakır’ ın selamı var” dersen uygun bir şeyler yapar diye de ekliyor. Senaryo aynen işliyor ve odama yerleşiyorum. Otel oldukça otantik bir yapıda. Taş bir bina, yemek ortamı çok sevimli. Odalar vasat (daha doğrusu ben biraz ucuz odada kaldığım için öyle olabilir). Yediğim balığa malesef yüksek not veremeyeceğim. Haftasonları buralar iğne atsan yere düşmez oluyormuş.



Ertesi sabah Çanakkale’ ye geçerken Kilitbahir sırtları:

(Bu fotoğrafı sevgili Yolcu başkanıma ithaf ediyorum)



Ve Çanakkale’ ye geliyorum.



Sahilde Troy filminde kullanılan ve filmin yapımcısı tarafından Çanakkale’ ye hediye edilen truva atı heykeli var. Bana kalırsa orjinalinden daha görkemli. Buradaki orjinal olanı:



Truvanın bekçileri:



Buralarda görecek çok şey var. Hepsini bir defada tüketmeyip, bir dahaki gezimiz için saklayarak Güney’ e yöneliyorum. Edremit’ ten sonra kamyoncu lokantasında Arnavut ciğeri ile yemek serüvenime devam.



Ve aldığım enerjiyle, Balıkesir’ deyim...



[size=18]

Şimdi sıkı durun, esas mevzuya geliyoruz:



KÖFTECİ RAMİZ! Aramızdaki şakalaşmalarda dahi, Mardin’ e gidecekken bile Akhisar’ a uğrayıp köfteci Ramiz’ den köfte yeriz diye planlamalar yapıyorsak şayet; bu kadar yakınlaşmışken, Akhisar’ dan harbiden geçmemek ayıp olur. Nitekim uğradım; önceki seferden tecrübeyle, nereyi dönünce karşıma çıkacağını avucumun içi gibi biliyorum artık. Kişisel fikrim, köfteci "Rasim", Ramiz’ den daha başarılı. Hem Ramiz’ in çeşitli büyük şehirlere yayılan zincirlerinde yediğimiz köfteler de pek tatmin etmemişti açıkçası. Yine de mideyi doldurmayı ihmal etmiyoruz ve burada rastlaştığımız iki motorcuyla sohbet edip, köftelerimizi götürüyoruz. Ardından onlar İstanbul’ a, ben İzmir’ e yola çıkıyoruz:



İzmir’ de daha önce Kırklareli’ de başıma gelir diye korktuğum şey gerçek oluyor: Son bir kaç yıldır, gezdiğim şehirlerin giriş tabelalarını görüntülüyorum. İzmir’ in, Turgutlu tarafından girişindeki tabela bir askeri birliğin kenarında. Fotoğraf çektiğimi gören nöbetçi, birden dibimde belirip, çektiğim filmleri görmek istiyor. Allahtan, eski kafalılığımdan ötürü yıllarca direndiğim sayısal fotoğraf makinasını artık kabullenmiş olduğumdan, kendimi aklamam pek te güç olmuyor. Nöbetçi subaya, çektiğim tüm fotoğrafları gösteriyorum; hem içi rahatlıyor adamın, hem de ben gezimin kısa bir özetini görmüş oluyorum. İyi ki de film kameradan vazgeçmişim; yoksa makarayı orada bırakmak zorunda kalabilirdim.

Ankara’ dan bu yana 2000km’ yi geçti. Motorun ön cepheyi gören her noktası, yan çanta kulpları ve incecik profilli ayak pegleri dahil, sinek ölüleri dolmuş:



İzmir’ de bir yıkamacıya giriyorum. Yıkayıcı arkadaş, patronuyla aralarında geçen bir musubet yüzünden, sanırım inat olsun diye bütün mesaisini benim motora harcıyor. Bir Africa’ nın, hele ki özellikle bu Africa’ nın hayatı boyunca görmediği ve göremeyeceği bir muamele yapılıyor. Seledeki post ta özel şampuanlarla yıkanıp araç dışarı çıktığında tanıyamıyorum. Üst kattaki alışveriş merkezinde yemek yemek için park ettiğim alanda kalabalık birikiyor; gelen geçen gözünü alamıyor. Hakikatten bu motorun ömrü boyunca en fiyakalı anları.

İzmir’ de ben ve motorum dinlendikten sonra Aydın’ a yönleniyoruz. Meryemana ve Efes harabelerine çocukken bir kere gitmiştim. Bir de bugün, yani ergenlik çağımın henüz başlarında iken bir kez daha göreyim istedim. Meryemana yolu adeta motosikletler gitsin diye yapılmış, o kilometrelerde motorun zincir sorunlarıyla mücadele halinde olsam da keyifle çıkıyorum. İncelenecek çok şey var; popüler kilise fotoğraflardan pek çekmedim; burada birkaç diğer detayı vereyim:



Meryamana’ da dilek duvarında fatiha okuyanları gördüm, bir de bazı özel arzuhaller vardı:



Selçuk’ ta, daha önce kalan bir arkadaşımdan aldığım öneriler doğrultusunda, Şirince’ ye yönleniyorum. Şirince, adı üzerinde çok şirin bir yer:



Yine şirin bir pansiyonda kalıyorum. Yolaçık pansiyon (Yol' a Çık şeklinde veya Yol Açık şeklinde söyleyebilirsiniz):



Pansiyon aslında otel gibi teşekküllü, çok temiz, sıcak su, soğuk su herşey yerinde. Ortam da çok sıcak, çok sevimli:



Burayı hakkınca fotoğraflamaya kalksan bir tam günü geçirmen gerek. Arnavut kaldırımlı küçük çarşı caddesi, kenarlarda tezgahlar. Her yer sağlı sollu Şirince şarapları. Bir dükkandan diğerine, sadece sunulan numuneleri içseniz yolun sonuna kadar çıkamazsanız. Meydandaki kahveye ve yan yana dizili bir düzine lokantaya istisnasız tek tek girip yemek içmek istiyor insan.

Akşam üstü motoru bırakıp, sivil kıyafetlerimle geze geze, uzaklaşan orman yoluna gidiyorum.



Gezinti dönüşünde yemekte kabak çiçeği dolması, yaprak sarma, deniz börülcesi, zeytinyağlı enfes bir çoban salata ve nefis bir şaraptan oluşan menüyle ödüllendiriyorum kendimi:



Akşam olup, bütün turistler uzaklaştığında, sadece yerliler ve bir avuç yabancı olarak biz kalıyoruz. Artık öylesine huzur dolu bir yer ki burası. Sadece kuş sesleri duyuluyor. Zeus diye bir yerde yiyorum. Merkezden uzakta ama karşı tepelerdeki Şirince' yi seyredebiliyorsunuz. Bu saatlerde hayatımda yarış yok. Saniyelerin tik tik leri duyuluyor. Böyle anları betimlemesi zordur. Anneannem "kınaç oldum" derdi. Memleketinde, Arnavutça' da bir karşılığı vardır elbet, ama manasını hala bilmiyorum. Anneannemin kullanımından zihnimde oluşan çağrışım: hani temizlenmişsinizdir, paklanmışsınızdır, karnınız afiyetle doymuştur; üzerinizden büyük bir yük kalkar, huzuuuuur kaplar içinizi; yorgunluğunuz akar gider, beyninizde tatlı bir karıncalanma olur; kendinizi salıverirsiniz, dert, elem, keder uçar gider; mutluluk, iyimserlik, hoşgörü oturur boşalan yerlere; sorun bildiğiniz şeylerin hatırınıza bile gelmediğini farkedersiniz; farketmediğiniz her şeyin de ne kadar güzel olduğunu; eskiden rahatsız eden şeylerin sevimli yönlerini keşfedersiniz .... işte bu ve fazlası "Kınaç Olmak". Dolayısıyla, o anki halimi anlatabilmem için kınaç oldum demekten başka bir şey söyleyemiyorum.


Bir ara ezan okunuyor. Tek cami var. Hiç bir ses, hiç bir sese karışmıyor. Normalde, ani çıkışlarla okunduğunda rahatsız bile olurum; ama buradaki ezan, hakikaten insanın manevi dünyasını gözden geçirtecek cinsten; öylesine sakin, öylesine sade ve öylesine abartısız ki...

Uzun gezilerimde, bütçe dahilinde kalmak üzere, sürekli ucuz seçeneklerin peşini kovalarım ister istemez. Ama iki-üç günde bir muhakkak kendimi ödüllendiririm; ödül günümde yediğimin içtiğimin ederini düşünmem, sadece yer içerim. Bu gezimde hem herşey çok masrafsız gitti, hem de sürekli ödüllendirdim kendimi. Şirince gecem de, kendimi ödüllendirdiğim bir gündü; ama istesem de bir türlü fazla para harcayamadım. Yemekten dönüşte, kaldığım pansiyon tarafından işletilen yandaki Yolaçık kafeye geçtim. Burada pansiyonun aile efradı ve diğer bir müşteri çift ile televizyon izliyoruz. Birazdan kalabalık aile sofrasını kuruyor. Ben yan masada bira+patatesimi yerken, öteki sofrada ne yenilirse, bir örneği bana da geliyor. Yok, mok desem de pansiyoncu Ali balıkları, salataları, karpuzları kuruyor. Bizde böyledir diyor, sofraya ne gelirse paylaşırız. Orada o güne mahsus, ailenin diğer bir azasısınız.

Sabah kahvaltısını da görünce, pansiyon ücreti için yaptığım çingene pazarlığından utanç duyuyorum. Bu seyahatin başlarında İstanbul' da yediğim sadece kahvaltı bile, pansiyon ücretinden neredeyse fazla. Kahvaltı da, insanı kınaç edecek cinsten:



[size=18]

Uzun gezilerin vazgeçilmezleri motorda kırılanlar, dökülenler, uçanlar, düşenler... Her iki günde bir, eksik gedik var mı diye yokluyorum ve imkan buldukça da, tehlike yaratacak parçalar varsa çözüm getirmeye çalışıyorum. Bu sayede birçok yerin oto sanayi sitelerini öğrenmiş oldum. Son girdiğim yer Selçuk büyük sanayi, kırılan muhtelif parçalar için kaynak işleri yapılıyor:



Motorun ihtiyaçları gideriliyor, peki benim ihtiyaçlarım ne olacak? Aydın' dan tekrar İzmir' e dönerken, Germencik' te kuyu tandır.... Hele o salatanın zeytinyağı yok mu, ekmek bana bana bi hal oluyorsunuz:



Yol üzerinde arıza yapmış bir motor görünce, yardım etmek üzere duruyorum. Debriyaj kapatmıyor. Kısa süre içinde çözüm buluyoruz, ancak sevgili Keeway' in ustaca (!) konumlandırdığı civatalara ulaşabilmek için anamız ağlıyor. O sıcakta kan ter içinde çalışma nihayetlenene kadar, ufaktan ufaktan birbirimizi tanımaya başlıyoruz Dietmar ile. Dietmar, eskiden Almanya' da bankacılık sektöründe kariyeri olan bir Alman; ancak, finansal güçlüklerin etkisiyle 3 yıl önce bir gün geliyor ve "heeeeeyt yetti ulaaaan" diyor ve tüm yaşamını sıfırlamak pahasına, pılını pırtısını toplayıp Gümüldür' e yerleşiyor. Sonrası burada bir hayat savaşı. Türkiye' de yaşayan yabancıların günlük mücadelelerini öğreniyorum; Almanya' da yaşayan Türklerin durumuyla karşılaştırılınca, bizlerin burada insafsız, orada da vefasız davrandığımızı anlıyorum.



Ve İzmir. İzmir benim doğduğum yer, ama bebekken Mersin' e, oradan İskenderun, Gaziantep' e ve nihayet Kahramanmaraş' a taşınmışız. Dolayısıyla, hayal mayal bir iki sahne hatırladığım ilk yer Gaziantep; ki benim gibi daha dün ne yaptığını hatırlamayan bir bunak için 6 yaşındayken bulunduğu yeri hatırlayabilmek büyük bir nimet. 1978' de Manisa' ya, 1980' de de İzmir' e taşındık, ama üniversite başlayana kadar yani sadece 5 yıl yaşamışımdır İzmir' de. Fotoğraftakiler de (birisini herhalde en son 15 yıl önce gördüğüm) 23 yıllık arkadaşlarım:



Gezinin İzmir bacağı biraz eski zamanlara seyahat şeklinde geçildiyse de, gezinin esas amacının yeniden yakalanması güç olmadı:



Buyrun size Salihli odun köfte. Daha önceki Kula' da tecrübe ettiğim için, odun köfteyi boş yere sanık sandalyesine oturtmuşum. Ne kadar da güzel bir köftehormuş bu odun köfte. Bir anda yutmak istemiyorum, ısırdığım taneleri dilimdeki tüm tat algılayıcılarına temas ettirecek şekilde, damağımın içinde bir o yana bir bu yana gezindiriyorum. Ağzımı ve yemek borumu, artık tamamen sindirim sistemi işlevlerine tahsis ettiğim için, kısa nefeslerimi (ki eğer yemek arasında hatırıma geldiyse) burnumdan çekerek soluk alıyorum. Tad almak dışındaki diğer hayati fonksiyonlarımın devam edip etmediğinden pek emin değilim; zaten umrumda da değil. Duyduğum tek şey gırtlağımdan gelen huzur dolu gırıltı ve tükürük bezlerimin salgılarıyla bezenen köftelerin ağzımın içindeki santrifüj hareketleri. Ara ara salata yemek için durak verdiğim bu seramoniye, yeni ısırıklarla, öncekileri hiç olmamış edalarıyla tekrar tekrar başlıyorum. Benim bu yemek yeme ritüelimi gören olsa, mide asidi en üst seviyelere ulaşır, hatta açlık hissinden baygınlık bile geçirirdi herhalde.

O gün, yediğim odun köfteciklerimin her birini düşüne düşüne Uşak' a kadar geliyorum ve geceyi orada geçiriyorum. Sabah, Kütahya taraflarına gideceğim. Kütahya yolu üzerinde Gediz' den sonra, Çavdarhisar var, tarih dolu. Zeus tapınağını geziyorum; etrafta benden başka kimse yok. İstesem buradaki bir iki taşı alır çıkarım. Nitekim, buranın zamanında Barış Manço' nun programına çıktığını öğreniyorum. Evlerin önünde saksı altlıkları milattan önce 4. yüzyıldan kalma sütunlar. İon tarzı mermerler evlere eşik olmuş. Alelade binalar; ne olduğunu tam tarif edemezsiniz belki ama tuhaf bir şekilde Hellenistik dönem intibası bırakıyorlar. Ve eminim şu anda en önüne geçilmiş hali bu; kimbilir bu güne kadar neler neler talan edildi.



Ve Kütahya...



Binlerce çinici, porselenci arasında ballı gözleme tabelasını görünce gözlerim parlıyor. Bal/kaymak, bol ballı gözleme ile kahvaltı ediyorum:



Kahvaltıdan sonra benzincide, İzmit' ten gelip benimle aynı yerde karşılaşan iki ayrı motorcuyla tanışıyoruz. EMOK'08 festivalinde görüşmek üzere sözleşerek üçümüz de farklı yönlere dağılıyoruz. Ben kuzeye ilerlerken, İnönü-Bozüyük arasında bir yerlerde bir yörük çadırı görüyorum; ardından Çiğ Börek tabelasını. Henüz kahvaltı etmiş olmama rağmen bu ziyafeti kaçıramam.



Öğlen güneşi altında bu çadır öyle serin ki.. ve yorgun popom yer minderlerini görünce öylesine ferahlıyor ki... Yatasım var burada birkaç saat.



Biraz sonra yapacağım yol için büyük bir enerji depolaması oluyor benim için.

 

[size=18]

Bugün Akçakoca' daki bizim Gemok' lulara sürpriz yapma günü. Bozüyük' ten Bilecik, Pamukova, Sakarya yapıyorum. Bilecik' e kadar yol harika; arasıra önünüze kamyon düşünce beşer, onar araçlık konvoylara dönüşüyorsunuz, ama yol genel anlamda hem güzel, hem de sakin. Lakin Bilecik Sakarya arası korkunç; esasında güzel olan bu coğrafyayı tanıma şansı bulamamanız bir kenara, tek şerit üzerinde çok yoğun trafikle cebelleşmek durumunda kalıyorsunuz. Seyahatimin "gezi" kısmı böylece bitmiş oldu; şu anda amacım sadece "ulaşmak". Bu zevksiz yoldan Düzce' ye ulaşınca, aklımda kalan kadarıyla Yolcu başkanımın programını yakalamaya çabalıyorum. Bu doğrultuda Düzce merkezden girip, Güzeldere şelalesine kadar gidiyorum. Tabi sabah Uşak' tan yola çıktığım için, benim varışım akşam saat 6' yı bulmuş durumda. Kimseyle karşılaşmayınca, ters taraftan Gölyaka mevkiinden Düzce' ye tekrar dönüyorum; arkasından ver elini Akçakoca. Burada Vstrom' cuların yerini sorduğum motorcular, kalabalık bir grubun Ereğli' ye gittiklerini söylüyor. Sürpriz yapamayacağımı anlayınca Gökhan başkanıma haber veriyorum ve koordinasyon kuruyoruz. Bundan sonrasının hikayesi, "Akçakoca" başlığı altında anlatılan hikaye ile birleşiyor. Köşkümü Zincirkıran' ların ve Yolcu' ların malikanesinin yanına kuruyorum.



Tabi o zamanlar, Emre başkanımın yeme potansiyeli hakkında pek fikrim yok. Akşam kamp ateşi etrafında, bütün imkansızlıklar arasında sucuk bulunması; yakacak odunu alnımızın teriyle (!) temin edişimiz; yere serilecek, üzerimize örtülecek çeşitli malzemeleri meşru şekilde (!) tedariğimiz; çay kahve bile yapacak teşkilatın bir anda (!) ortaya çıkması; Saldıray' ın J&B' inin ansızın tükenişi ve ateşin sıcaklığı bir kenara, bir avuç sıcacık insanla hepimiz birbirimizi tanıyoruz ve ısınıyoruz.

Ertesi gün errrrrkenden (!) kalkıp rahat rahat Ankara' ya dönecek şekilde yola çıktık. İstanbul, Bursa grubundan ayrıldık; sadece Gökhan+Devrim başkanlar, Emre+Gökçe başkanlar ve Betüş+Nadire başkanlar var. Yapılacak ilk iş kuşkusuz kahvaltı etmek. Ereğli' de, sahilde bir yere götürüyor Ferhat başkan bizleri.



Sanırım menemenlerdi sebep... Evet evet, galiba menemenler yüzünden fazla vakit harcadık. 14 saat süren dönüş yolunun başka açıklamasını bulamıyorum yoksa. Bir de, mağaralara uğradık, belki de o yüzden fazla vakit geçti? Neyse, bu konunun ayrıntılı yorumlamasını "Akçakoca" başlığı altındaki tartışmalara bırakıyorum. Fotoğraf çekenler, o başlığa gezi raporunu ne zaman yazmaya başlayacaklarsa...! Ben burada sadece mağaradan bir iki enstantenemi aktarayım:





Bir de Zonguldak' taki Mehmet abiden bahsedeyim. Biz Zonguldak içinden geçip, Bartın' a ilerlerken ışıklarda rastladığımız motorcu Hacı amca, çay ısmarlamak için dükkanlarına davet etti. Biz de o sıralar bir yerlerde çay içip dinlenme arayışında olduğumuz için takıldık hacı amcanın peşine. Şehir merkezinde bir büfeye götürdü bizi. Her ne kadar: miniktir, her yere sığar dediğimiz grubumuzun arabası, her nasıl olup ta o sokağa giremediyse de, eninde sonunda çayımızı kahvemizi içtik, sohbetimizi yaptık. Buradan tekrar teşekkürler Mehmet abi, hacı amca..



Siz grubumuzun arabasına laf kondurduğuma bakmayın, çok kahrımızı çekti o araba; hem lojistiğimiz oldu, kopan düşen çantalarımızı aldı, malzeme depomuz oldu; hem de, konvoyumuzun güvenliğini sağlayan kalemiz oldu. Bir teşekkür de Betüş başkanıma ve bizi çilek yedirerek oyalamak suretiyle trafik polisinin ceza yazmasından koruyan Nadire başkanıma:



O çilek nasıl bişey yahu arkadaş. Keşke bir kaç leğen daha alsaymışız. Birkaç hafta içinde forumda yeni bir başlık açarsam şaşırmayın: "Bir kova çilek için 19 saatte Ankara' dan Bartın' a..."



-- S O N --